Yunan televizyonunda yayınlanan ve reyting rekoru kıran ‘1821’ adlı belgeselde Yunanlıların 4 asırlık Osmanlı dönemi hakkında resmi tarihteki iddialara taban tabana zıt bir tablo çiziliyor. Resmi tarih anlatımında Osmanlıların Yunanlılara eziyet çektirdiği, çocukları kaçırdığı, ağır vergiler yüklediği, zorla Müslümanlaştırdığı, okulları yasakladığı için çocukların gizlice okullara gitmek zorunda kaldığı ve din adamlarını öldürüldüğü şeklinde Osmanlıya ve Türklere kin ve nefret aşılayan yalan ve efsanelere geniş yer veriliyor. Okullarda da okutulan bu resmi tarih iddialarının aksine dizide Osmanlı dönemine ait olumlu gerçekler korkusuzca aktarılıyor. İşte Yunanistan'da gündemi sarsan ve tartışmaları parlamentoya kadar uzanan dizide aktarılan bazı başlıklar :
OSMANLI'DA ZENGİNDİK
- Özellikle 15 ve 16. yüzyılda Osmanlı egemenliği altındaki Yunanlılar çok zenginleşti.
- Dinlerine, okullarına kimse dokunmadı. Yunanlı çocukların mağaralardaki ‘krifo sholio’da (gizli okul) eğitildikleri yalandır.
- Osmanlı’yı tek ilgilendiren şey vergilerin toplanmasıydı.
- Türk ile Yunanlılar birlikte yaşıyor, evlilikler yapıyordu.
- Türklerin olumlu hiçbir şey yapmayan barbar bir halk olduğu iddiası gerçek dışıdır.
- Yunanlılar geleneklerini değiştirmişlerdi. Yemeklerini iskemlede değil, yerde yiyorlardı. Kadınlar örtülüydü. Batılı giyinenler, Batılı davrananlar hiç sevilmiyordu.
- Osmanlı sayesinde, Yunanlı çiftçiler Hıristiyan çiftlik ağalarının sömürüsünden kurtuldu.
PATRİKHANE YUNAN İHTİLALİNİ LANETLEMİŞTİ
Yunan resmi tarihi Osmanlı’nın Yunanistan’da önemli bir kültür mirası bırakmadığı şeklindedir. Dizide bu iddia da çürütülerek, 1832’de kurulan Yunan devletinin Osmanlı’yı hatırlatan hemen her şeyi yok ettiği vurgulandı.
Fener Patrikhanesi’nin Yunan ihtilalindeki rolü hakkında ise dizide “Patrik 5. Grigorios ihtilali lanetledi ve İpsilantis’i aforoz etti. Grigorios aynı zamanda ‘Padişahın iktidarı Tanrı’nın emridir. Buna karşı çıkan dinimize karşı çıkar’ dedi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Patrikhane adeta ‘Hıristiyanların bakanlığı’ gibi hareket ediyordu. Büyük imtiyazları vardı” denildi.
ZORLA MÜSLÜMANLAŞTIRMA YAPILMADI
Resmi Yunan tarihinde Osmanlı döneminde Yunanlıların ölüm tehdidi ile İslamlaştırıldıkları iddia edilirken, belgesel dizide aksi görüş savunuldu; “İsteyen din değiştiriyordu. Bunun başlıca nedeni de ekonomik idi. Bazı Hıristiyanlar, Müslümanların sahip oldukları ekonomik imtiyazlara sahip olabilmek için din değiştirdi” denildi.
YUNAN İHTİLALİNDE TÜRKLER KATLEDİLDİ
Dizide Yunan ihtilalinin, 1789 Fransız ihtilalinden etkilendiği ve eski Yunan medeniyeti hayranı Batılılarca desteklenerek başlatıldığı anlatıldı.
- Peloponez’de (Mora) isyan için bölgedeki Osmanlı askerlerinin Ali Paşa isyanını bastırmak için Yanya’ya gitmelerinden yararlanıldı.
- Papazlar “İnançsız Müslümanları yok edin” vaazı verdi.
- Asırlarca iç içe yaşayan Yunanlılar, silahsız Türklere saldırdı. Birkaç günde 20 bin Türk öldürüldü.
- Tripoliça’da büyük katliamlar yapıldı. Kuşatmada Türkler yiyecekleri bitince, köpekleri yemek zorunda kaldı. Kale zapt edilince 2 bin kadın ve çocuk kayalıklardan atıldı.
- Peloponez’de nüfusun yüzde 10’u Türk idi. Onca asır burada Türkler birbirleri ile Türkçe değil Yunanca konuşuyordu. Geriye canlı tek bir Türk bile kalmadı.
6 Haziran 2014 Cuma
14 Mayıs 2014 Çarşamba
Halimi SOrMA...
Kâmil mü’minler, din kardeşlerinin sevinciyle sevinip ıztırâbıyla muzdarip olurlar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-bunu bir teşbîh ile şöyle îzah buyurmuşlardır:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, merhamet etmekte ve korumakta bir vücûda benzerler. Vücûdun bir uzvu hasta olduğunda, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”
(Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; onun ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.” İşte gerçek bir İslâm kardeşliğinde sahip olunması gereken gönül ufku…
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, sırf kendini düşünüp din kardeşinin ızdırâbına duyarsız kalmanın İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığını bildirmişler ve:
“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Bkz. Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) buyurmuşlardır.
"Kutsaldır o can, ekmek kavgası için veriliyorsa…
Soma’da göçük altında hayatını kaybeden şehit kardeşlerimize Allah (c.c.) rahmet mekanlarını cennet eylesin. Kurtarılmayı bekleyenler için dualarımız onlarla beraber olsun. Rabbim yar ve yardımcıları olsun inşaAllah…
Tüm Türkiye'nin başı sağolsun…”
9 Mayıs 2014 Cuma
KIBRIS BEŞPARMAK DAĞLARINDAKİ TANK!!!
Ağustos 1974 günü yapılan LAPTA Muharebelerinde düşmanı yan ve gerisinden
vurmak için Görevlendirilen Özel kuvvetlere mensup bu tank; Sarp ve Yalçın
araziyi aşarak görevini yerine getirmiş fakat düşman ateşi ile ağır hasara
uğrayarak ve yanarak burada kalmıştır.
Birliğin komutanı, tankın sürücüsü kahraman askere;
- Evladım bu tankı buraya nasıl çıkardın? diye sorunca.
Asker;
- Komutanım, o anda gözlerimin önünde engelsiz dümdüz bir yol göründü.
Rumlar kaçıyordu, ateş ede ede buraya öyle çıktım.
Komutan Mehmetçik’e emreder.
- Tankı indir.
Er cevap verir.
- O yolu görmeden nasıl indireyim komutanım.
Tank hâlâ o dağın zirvesinde durmaktadır.
Dünya durdukça da duracaktır.
Bu bir destandır. Dilden dile, gönülden gönüle ulaştırılacak bir destandır.
vurmak için Görevlendirilen Özel kuvvetlere mensup bu tank; Sarp ve Yalçın
araziyi aşarak görevini yerine getirmiş fakat düşman ateşi ile ağır hasara
uğrayarak ve yanarak burada kalmıştır.
Birliğin komutanı, tankın sürücüsü kahraman askere;
- Evladım bu tankı buraya nasıl çıkardın? diye sorunca.
Asker;
- Komutanım, o anda gözlerimin önünde engelsiz dümdüz bir yol göründü.
Rumlar kaçıyordu, ateş ede ede buraya öyle çıktım.
Komutan Mehmetçik’e emreder.
- Tankı indir.
Er cevap verir.
- O yolu görmeden nasıl indireyim komutanım.
Tank hâlâ o dağın zirvesinde durmaktadır.
Dünya durdukça da duracaktır.
Bu bir destandır. Dilden dile, gönülden gönüle ulaştırılacak bir destandır.
7 Mayıs 2014 Çarşamba
Evliya Çelebi, Nil Nehri'nin Haritası
Robert Dankoff ile Nuran Tezcan adlı iki araştırmacı, Vatikan Kütüphanesi'nde kimsenin bilmediği bir haritaya rastlamışlar. İnceleyince görmüşler ki, meğer bu, "Seyyah-ı Fakir" Evliya Çelebi'nin yaptığı Nil Nehri'nin haritasıymış. 6 metreye 1 metre ebadındaki harita, Müslümanlar "ilgisiz ve meraksız", "araştırarak gezmeyi sevmezler" türünden kaba oryantalist önyargılara son vermesi bakımından olduğu kadar bugünlerde gündemde olan Mısır'a bir Osmanlı aydınının nasıl baktığının çarpıcı bir göstergesi.
İşte Evliya Çelebi'nin 1672 yılında yaptığı hac yolculuğunun ardından bizzat keşfederek yaptığı Nil haritasından bir parça.
İşte Evliya Çelebi'nin 1672 yılında yaptığı hac yolculuğunun ardından bizzat keşfederek yaptığı Nil haritasından bir parça.
4 Mayıs 2014 Pazar
1937 DERSİM KATLİAMI
Şu anki adıyla Tunceli'de 1937 yılında yaşanan ve bölgedeki 13 binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan Dersim Katliamı, 77. yıl dönümünde başta Dersim olmak üzere Türkiye ve Avrupa'da düzenlenen etkinliklerle anılacak.
1935 yılında, İsmet Paşa kendisine sunulan çeşitli raporlar üzerine, ''Dersim Planı'nı oluşturdu. Planın hazırlık ve silahsızlandırma aşaması üç yıl olarak belirlendi. 1935 yılında Tunceli Kanunu çıkartıldı ve 1936 yılında, bölgeye asker konuşlandırıldı. Ancak bölgedeki sorunlar bitmedi.
Bölgeye bir askeri harekat yapılması gündeme geldi. General Abdullah Alpdoğan yanına aldığı 50.000 asker ile bölgeye gitti fakat dağları bir türlü aşamadı.
Bunun sonucunda bir hava saldırısı gerektiğine karar verdi. Gerekli onayı alınca Sabiha Gökçen'i davet etti. Sabiha Gökçen de kabul edip Hava Kuvvetlerinden 3 uçak filosu ile havadan saldırı gerçekleştirdi. Halkın saklandıkları en büyük yer olan Laş mevkisini bombaladı. Yapılan askeri harekatlar sonrası binlerce insan öldü.
SABİHA GÖKÇEN'İN AĞZINDAN DERSİM
Sabiha Gökçen, dönemin ünlü gazetecisi Ahmet Emin Yalman'la yaptığı röportajda Dersim Katliamı hakkında çarpıcı bilgiler yer alıyor.
Dersim bombardımanı sırasında yaptığı uçuşların hayatındaki en önemli uçuşlardan bir olduğunu belirten Gökçen, bombardıman sırasındaki heyecanını asla unutamayacağını söylüyor.
Gökçen verdiği röportajda, "Dersim'deki uçuşlarım daha heyecanlı olmuştur... İnsan evvela bombalarını atıyor, bundan makineli tüfeğe geçiyor. Dersim'deki ilk bombardımanın heyecanını unutamam" ifadelerini kullanıyor.
1935 yılında, İsmet Paşa kendisine sunulan çeşitli raporlar üzerine, ''Dersim Planı'nı oluşturdu. Planın hazırlık ve silahsızlandırma aşaması üç yıl olarak belirlendi. 1935 yılında Tunceli Kanunu çıkartıldı ve 1936 yılında, bölgeye asker konuşlandırıldı. Ancak bölgedeki sorunlar bitmedi.
Bölgeye bir askeri harekat yapılması gündeme geldi. General Abdullah Alpdoğan yanına aldığı 50.000 asker ile bölgeye gitti fakat dağları bir türlü aşamadı.
Bunun sonucunda bir hava saldırısı gerektiğine karar verdi. Gerekli onayı alınca Sabiha Gökçen'i davet etti. Sabiha Gökçen de kabul edip Hava Kuvvetlerinden 3 uçak filosu ile havadan saldırı gerçekleştirdi. Halkın saklandıkları en büyük yer olan Laş mevkisini bombaladı. Yapılan askeri harekatlar sonrası binlerce insan öldü.
SABİHA GÖKÇEN'İN AĞZINDAN DERSİM
Sabiha Gökçen, dönemin ünlü gazetecisi Ahmet Emin Yalman'la yaptığı röportajda Dersim Katliamı hakkında çarpıcı bilgiler yer alıyor.
Dersim bombardımanı sırasında yaptığı uçuşların hayatındaki en önemli uçuşlardan bir olduğunu belirten Gökçen, bombardıman sırasındaki heyecanını asla unutamayacağını söylüyor.
Gökçen verdiği röportajda, "Dersim'deki uçuşlarım daha heyecanlı olmuştur... İnsan evvela bombalarını atıyor, bundan makineli tüfeğe geçiyor. Dersim'deki ilk bombardımanın heyecanını unutamam" ifadelerini kullanıyor.
27 Nisan 2014 Pazar
SULTAN III. MUSTAFA'NIN "İSLAMBOL" FERMANI
Fâtih Sultan Mehmed'in 29 Mayıs 1453'de İstanbul'u fetihten sonra yaptığı ilk iş İstanbul'u bir İslâm şehri hâline getirmek oldu. İmar faaliyetleri ve inşa edilen camilerin yanı sıra "Kostantiniyye" ismiyle anılan şehre "İslâmbol" adı verildi.
İslâmbol ismi verilen şehir için yeni ismi kullanılmaya başlandıysa da çeşitli yazışmalarda "Kostantiniyye" ismi tamamen terkedilmedi. Sultan III. Mustafa'ya (1757-1774) ait bir fermanda da "Kostantiniyye" isminin kullanıldığı çeşitli yazışmalarda bundan böyle "İslâmbol" isminin kullanılması istenmiştir:
"Paralarla, emirnameler ve beratlarda kullanılan ifâdelerin birbirine uygun olması güzel bir iş olduğu için, artık "Kostantıniyye" ismi yerine "İslâmbol" isminin kullanılmasına dâir Sultanımızın bir fermanı sâdır olmuştu. Binâenaleyh, bundan sonra Dîvân-ı Hümâyûn kaleminden yazılacak emirname ve beratlarda "Kostantıniyye" yerine "İslâmbol" lafzının kullanılması Pâdişâhımızın emridir."
Fî 19 Rebîulâhir sene 1174 (28 Kasım 1760)
(BOA, Tahvîl Defteri, Nr. 22, s. 17)
İslâmbol ismi verilen şehir için yeni ismi kullanılmaya başlandıysa da çeşitli yazışmalarda "Kostantiniyye" ismi tamamen terkedilmedi. Sultan III. Mustafa'ya (1757-1774) ait bir fermanda da "Kostantiniyye" isminin kullanıldığı çeşitli yazışmalarda bundan böyle "İslâmbol" isminin kullanılması istenmiştir:
"Paralarla, emirnameler ve beratlarda kullanılan ifâdelerin birbirine uygun olması güzel bir iş olduğu için, artık "Kostantıniyye" ismi yerine "İslâmbol" isminin kullanılmasına dâir Sultanımızın bir fermanı sâdır olmuştu. Binâenaleyh, bundan sonra Dîvân-ı Hümâyûn kaleminden yazılacak emirname ve beratlarda "Kostantıniyye" yerine "İslâmbol" lafzının kullanılması Pâdişâhımızın emridir."
Fî 19 Rebîulâhir sene 1174 (28 Kasım 1760)
(BOA, Tahvîl Defteri, Nr. 22, s. 17)
23 Nisan 2014 Çarşamba
Anlatalım Artık!!!
Çünkü aklını kullanan kendini geleceğe taşır.
Anlatalım artık!
Bir insan AKLI'nı kullanıyorsa nerede olduğu hiç önemli değildir.
Çünkü aklını kullanan kendini geleceğe taşır.
Biz bunu yaptığımızda üç kıtaya yayılan bir İMPARATORLUĞA dönüştük.
Ne zamanki birileri geldi aklımızı aldı, işte o zaman darmadağın olduk.
Sultan Abdulhamid aklını kullandı, PETROL HARİTASINI taa o zamanlarda çizerek bu milletin geleceğine yatırım yapmak istedi.
Ancak içerideki aklı PARA ile satın alınanlar tarafından indirildi.
Lozan'da da "BEDEL" diyerek alacaklarını aldılar.
Biz "Lozan Antlaşması" diyerek bayramlar kutladık bu ülkede.
Halbuki İsviçre'de anlaşmanın imzalandığı salonun girişinde sadece LOZAN yazmıyor.
Koskocaman bir tabelada "LOZAN ORTADOĞU" anlaşması yazıyor.
Evet adamlar için bu aynı zamanda bir de ORTADOĞU'yu alma anlaşmasıydı.
Petrolün olduğu bölgeyi cebe indirme operasyonuydu.
Ve bunu saklamadılar, gittiler anlaşmanın imzalandığı o salonun girişinde duvara dahi çaktılar bunu açıkça.
Takvim'den sevgili Mevlüt Yüksel, Lozan'a gitti ve çekimlerini yaptı o tabelanın.
Yakında ahaber'de Yazboz'da içiniz burkularak izleyeceksiniz.
Aslında son 200 yıldır içimiz burkularak izledik her şeyi.
Seyirci olduk hep tribünde.
Adamlar daha 1800'lü yıllarda at ve eşek üzerinde seyahat ederken PETROL olayına daldılar.
İngilizler daha o dönemde dünyada nerede petrol varsa o bölgelere gitti, aldı ve vali atadı hep.
Aynı tarihlerde Amerika'da bir aile topraktan fışkıran petrolü şişlere doldurup "ROMATİZMA İLACI" diye satıyordu.
1900'lü yılların başında İngilizler petrolde ÇİN pazarına tamamen hakim oldular.
Amerikalılar da o tarihlerde Çin'e gelip petrol satmak istedi.
İngilizler ve Amerikalılar arasında o tarihlerde büyük petrol savaşı yaşandı ÇİN'de.
İngilizler petrolü Çin'e yakın ülkelerde çıkarıp, Pekin'de ucuza satıyordu.
Amerikalılar ise taa okyanusun bir ucundan getirdikleri için taşıma maliyetleri yükseliyor, ellerindeki petrol pahalıya görücüye çıkıyordu.
Sırf Çin'deki İngiliz hakimiyetini kırmak için önce petrolün fiyatını indirdiler.
Olmadı "Bir litre alana yanına bir de bedava ampul" diye promosyon yaptılar.
İngilizler kaybetmek üzere olduklarını görünce öyle fiyat indirdiler ki, petrol Çin'de neredeyse bedavaya satılma noktasına geldi.
Sonunda Amerikalılar pes edip kaçtı.
Teslim bayrağını çeken Amerikalı aile, bir zamanlar petrolü şişede ROMATİZMA İLACI diye satan Rockfeller hanedanına ait Standart Oil'di.
İngilizler'in Amerikalılar'ı kaçıran şirketi ise Royal Dutch'du.
Aradan 100 yıl geçti şimdi petrolün olduğu bölgelerde PARADORLAR için oluk oluk kan akıyor.
Türkiye'nin yıllık 60 milyar dolar liralık enerji açığı var bugün.
Enerjiyi satın alıyor, kullanıyor, 60 milyar dolarımızı havaya buhar olarak saçıyoruz.
Bizi içeride yıllarca birbirimize kırdırarak dışarıya çıkarmadılar.
Ne zaman ki enerji hatlarına inmeye kalktık, arı kovanı ayağa kalktı.
Asla ve asla DEVLET olmamızı istemiyorlar.
Onun içindir ki yine aynı yoldan içeriden geliyorlar.
Kökenine, dinine, imanına parasına hiç bakmıyorlar.
İşlerine kim yarıyorsa kullanıyorlar.
Cumhurbaşkanını ilk kez HALK seçecek şimdi.
Devleti geri alacağız.
AKBABALAR vermemek için bir yıldan fazladır buna hazırlık yapıyorlar.
Saldırıyorlar hep ve yine saldıracaklar.
Bugün 23 Nisan...
Artık çocuklarımıza her şeyi anlatma zamanı geldi.
Anlatalım hep birlikte...
Bekir Hazar
17 Nisan 2014 Perşembe
Necip Fazıl’ın Ayasofya Hitabesi

25 Mayıs 1983 tarihi, Necip Fazıl Kısakürek'in vefat ettiği tarihtir. Bu büyük şairimizin, Ayasofya üzerine vermiş olduğu bir hitabeyi özellikle bugün blogumuzda yayınlamayı düşündük. Hitabe'de Osmanlı'dan bugünlere müthiş tespitler ve tabii ki Üstad'ın harika üslubu göze çarpıyor. Ruhu şad, mekanı cennet olsun. 1965'e gidiyoruz şimdi, Milli Türk Talebe Birliği'ne..
***
Gençler!..
Ayasofya üzerinde çok lâf ettik! Ama lâfta bile onu tasarruf edebilmiş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz!
Bana öyle geliyor ki, yalnız mânayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya'nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.
Biz kimden, neyi istiyoruz.
Yemen'den Viyana'ya Fas'tan Kafkasya'ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde... Atalarımızın... Ata derken halimize bakıp başımızı doğduğumuz nur insanların... Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini... 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra... Evet, bütün bunlardan sonra... Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?
İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.
Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur."
- Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?"
Derler böyle insanlara ve milletlere!..
Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin ve sonra ikinci bir başla onu seyretmenin, kısaca ulvî nefs muhasebesine girişmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki, bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de:"
- İşte sana lâyık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!"
Dediler.
Bu bakımdan Ayasofya... Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?
Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız...
Ayasofya budur!
129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.
Frenk kelimesinden gelen "frengi" ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun tâ kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler...!
Şimdi buradan saffet devrimize geçelim. Şairin;
Şâyestedir denilse,
Âlem senin mezarın...
Dedikten sonra:
Hâlâ gelir zeminden
Tekbir-i zâr-ü-zârin...
Diye belirtmeğe çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar'ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul'u fethedip onun kalbi Ayasofya'da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa'da kırılıp Viyana'da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti.
Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed'dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamıyanlardadır. Fatih'e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam (aksiyon) akışında en büyük hız payı, yine Fatih'indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud gibi şeyhülislâm, Sokullu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih'in, hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzüsuyu hürmetine yetişmiş büyükler...
Târihimizde, Fatih'ten başka her hükümdarın (aksiyomu) isterse vatana eklediği toprak Fatih'inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemâl ve noksansızlık mânasına, tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih'dedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefini, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde buluyoruz.
İşte bütün bunları (sembolize) eden, remzlendiren de cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya...
Salibin ağırlığından kurtarılıp hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe...
Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mâna...
İstanbul'daki Süleymaniye, Edirne'deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma'daki (Sen Piyer) veParis'teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mâna kıymeti olarak, Ayasofya'nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan herbiri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser... Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mâna ölçüsüyle ona varmak kabil... Ayasofya, bir mânanın, zıd mânaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesi...
Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi; ve Ayasofya'yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.
Târihimizde daha nice zapt ve fetih hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, hâs isim olarak Fatih değil?..
İmdi:
Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, (İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk'ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar, 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor; Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle mânasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur bir müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mânanın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya'nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâket...Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar...Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..Ayasofya'nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.Allah diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır. Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordelâdır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs dâvası!.. O kadar Batılılaştığımızı, uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor muyuz? Bizim, kendimizi, kendisinden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı asla benimsemiyor; ve ismini taşıdığı (Greko-Lâtin) medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord (Baynn)ın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti, Türk'ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özenişinde arıyor.
Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.
Bütün bu mânalar Ayasofya'ya bağlı... Daha neler ve neler!.. Türk İstiklâl Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.
Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve târihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için... Şahsiyetsizliğin ceremesi... Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han'a hürmet ediyordu. Almanya imparatoru (Vilhelm) siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens (Bismark) tam bir Abdülhamid düşmanı olduğu halde, onu, asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu. Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi. İnkarcı (Volter)in Allah'ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti'nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han'dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya'dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugâh kurmakla cezalandırmıştı. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı'nın hayali, İstiklâl Savaşı'ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde dikilip duruyor da, bizde, onun iki gözünü birden çıkaracak (enerji)den eser görünmüyor.

***
Gençler!..
Ayasofya üzerinde çok lâf ettik! Ama lâfta bile onu tasarruf edebilmiş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz!
Bana öyle geliyor ki, yalnız mânayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya'nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.
Biz kimden, neyi istiyoruz.
Yemen'den Viyana'ya Fas'tan Kafkasya'ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde... Atalarımızın... Ata derken halimize bakıp başımızı doğduğumuz nur insanların... Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini... 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra... Evet, bütün bunlardan sonra... Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?
İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.
Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur."
- Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?"
Derler böyle insanlara ve milletlere!..
Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin ve sonra ikinci bir başla onu seyretmenin, kısaca ulvî nefs muhasebesine girişmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki, bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de:"
- İşte sana lâyık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!"
Dediler.
Bu bakımdan Ayasofya... Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?
Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız...
Ayasofya budur!
129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.
Frenk kelimesinden gelen "frengi" ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun tâ kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler...!
Şimdi buradan saffet devrimize geçelim. Şairin;
Şâyestedir denilse,
Âlem senin mezarın...
Dedikten sonra:
Hâlâ gelir zeminden
Tekbir-i zâr-ü-zârin...
Diye belirtmeğe çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar'ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul'u fethedip onun kalbi Ayasofya'da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa'da kırılıp Viyana'da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti.

Târihimizde, Fatih'ten başka her hükümdarın (aksiyomu) isterse vatana eklediği toprak Fatih'inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemâl ve noksansızlık mânasına, tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih'dedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefini, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde buluyoruz.
İşte bütün bunları (sembolize) eden, remzlendiren de cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya...
Salibin ağırlığından kurtarılıp hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe...
Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mâna...
İstanbul'daki Süleymaniye, Edirne'deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma'daki (Sen Piyer) veParis'teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mâna kıymeti olarak, Ayasofya'nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan herbiri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser... Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mâna ölçüsüyle ona varmak kabil... Ayasofya, bir mânanın, zıd mânaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesi...
Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi; ve Ayasofya'yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.
Târihimizde daha nice zapt ve fetih hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, hâs isim olarak Fatih değil?..

Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, (İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk'ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar, 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor; Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle mânasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur bir müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mânanın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya'nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâket...Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar...Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..Ayasofya'nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.Allah diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır. Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordelâdır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs dâvası!.. O kadar Batılılaştığımızı, uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor muyuz? Bizim, kendimizi, kendisinden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı asla benimsemiyor; ve ismini taşıdığı (Greko-Lâtin) medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord (Baynn)ın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti, Türk'ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özenişinde arıyor.
Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.
Bütün bu mânalar Ayasofya'ya bağlı... Daha neler ve neler!.. Türk İstiklâl Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.
Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve târihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için... Şahsiyetsizliğin ceremesi... Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han'a hürmet ediyordu. Almanya imparatoru (Vilhelm) siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens (Bismark) tam bir Abdülhamid düşmanı olduğu halde, onu, asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu. Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi. İnkarcı (Volter)in Allah'ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti'nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han'dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya'dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugâh kurmakla cezalandırmıştı. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı'nın hayali, İstiklâl Savaşı'ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde dikilip duruyor da, bizde, onun iki gözünü birden çıkaracak (enerji)den eser görünmüyor.

Sebep?
Çünkü Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...
Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.
Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!
Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...
Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...
Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...
Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...
Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.
Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!
Necip Fazıl Kısakürek
(Hitabelerim / 1964 M.T.T.B)
Çünkü Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...
Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.
Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!
Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...
Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...
Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...
Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...
Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.
Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!
Necip Fazıl Kısakürek
(Hitabelerim / 1964 M.T.T.B)
8 Nisan 2014 Salı
"Haksızlıklar karşısında susanlar dilsiz şeytandır"

Mısır'da 529 kişinin idam cezasına çarptırılmasına Batı dünyası sessizliğini korurken yine tek ses Türkiye'den geldi.
Mısır'da 529 kişi idam edilecek. Mısır'da mahkeme, Müslüman Kardeşler üyesi 529 kişiyi idam cezasına çarptırdı. İdam kararlarının, davanın henüz ikinci duruşmasında açıklanması tepkilere neden oldu. Batı dünyası bu kararlar karşısında sessiz kalırken, Müslüman coğrafyasından da sadece Türkiye'den bir tepki geldi. Bu konuda görüşünü aldığığımız gazeteci-yazar Abdurrahman Dilipak ve Oral Çalışlar bu kararı lanetlediler.
Abdurrahman Dilipak:
Batı Bütün bu olanlara rağmen, hala darbeye darbe diyemedi.. Gerçekler karşısında üç maymunları oynuyorlar: Görmedim, duymadım, bilmiyorum..
Baradeyi hatırlayın. Nobel barış ödülü verdikleri bir bilim adamını darbecilere çıkarak yaptılar.. "Haksızlıklar karşısında susanlar dilsiz şeytandır"
"NEREDE DEMOKRASİ NEREDE İNSAN HAKLARI"
Bu işlerin ilk hamlede sonuçlanmasını bekliyorlardı.. Bu iş uzayınca, şimdi ileri de gidemiyorlar, geri de.. Suçüstü oldular.. Artık Demokrasiden, İnsan haklarından da söz edemiyorlar..
Uluslararası kamuoyu dediğiniz şey iktidarlarsa, bir kısmı korkusundan, bir kısmı çıkar hesapları ile ses çıkartmıyor.
"İHVAN İKTİDARA GELİRSE AFRİKA'YI VE ARAP DÜNYASINI KAYBEDECEKLER"
Mısır'da iktidarın tek alternatifi var, o da İhvan. Mısırı kaybederlerse bu Afrikanın ve Arap dünyasının kaybı olacak.
YETER Kİ İSRAİL'İN GÜVENLİĞİ TEHKLİKEYE GİRMESİN
Dahası, Onlar açısından İsrail'in varlığı ve güvenliği tehlikeye girecek.. Bunu düşünmek bile istemiyorlar..
"SESİMİZ HER GEÇEN GÜN DAHA DA YÜKSELECEK"
Batıdaki STK lar, İnsan Hakları, Liberal düşünce ve Demokrasiden söz eden örgütler, sendikaların ne kadar bağımsız.. Hepsi iktidarların ağzına bakıyor.. Gezidekilerin hiç biri Mısır'da yoklar.. Onlar da deşifre oldular..
Türkiyeden yükselen sesin kısılmasına gelince, seçim ve paralel devlet tartışmaları ile, yakın plandaki kriz dikkatlerin içe dönmesine sebeb oldu. Ama artık Mısır'da yaşananlara karşı Türkiye'den yükselen sesin hergün biraz daha yükseleceğini söyleyebilirim. Rabia platformu olarak bu yönde, çağrımızı sürdüreceğiz..
"BATI BU DARBEYE DESTEK VERMİŞTİR"
Oral Çalışlar:
Askeri darbenin nasıl vahşi bir şey olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. O yüzden bu idam kararlarını lanetlemek ve bu kararları engellemek için elimizden geleni yapmamız gerekir. Batı kamuoyu, batılı siyasetçiler gerçekten çok kötü. Bu kararı engellemek için hiçbir şey yapmıyorlar. Batının bu tutumu şunu göstermiştir ki, Batı Mısır'daki darbeye dolaylı destek vermiştir.
4 Nisan 2014 Cuma
Amerika'nın Yeni Malcom X ' i ortaya çıktı.(VİDEO)
Amerika'nın Yeni Malcom X ' i ortaya çıktı
Hamza Andreas Tzoritis
"Müslümanlar İber Yarımadasında Cebelitarık sokaklarında yürürken,Yahudiler onları zulümden kurtaracak kimseler olarak görmüşlerdi."
25 Mart 2014 Salı
Üşüyorum - Muhsin YAZICIOĞLU(Allah Rahmet Eylesin)
22 Mart 2014 Cumartesi
BEN; DEĞİL İSTANBUL'U, BÜTÜN DÜNYAYI BİLE ALIRIM!
Fatih Sultan Mehmed, Edirne'de bir gün kıyafetini değiştirip çarşıda gezmeye başlamış. Bir ara bir bakkala uğrayıp yağ istemiş. Yağı aldıktan sonra da bal istemiş. İstemiş istemesine de bakkal balı vermeyip şöyle demiş :
'' Bal var, yalnız onu da şu bakkaldan alın efendim. ''
Padişah şaşkınlıklar içerisinde şu soruyu sormuş :
'' Niye sen vermiyorsun? ''
Bakkal kim olduğunu bilmediği karşısındaki adamın sorusunu şu şekilde cevaplamış :
'' Yalnızca ben kazanırsam öteki bakkallar açlıktan ölürler. Onların da çocukları var, Onlar da kazansınlar... ''
Padişah diğer bakkallara da uğramış ve her gittiği bakkaldan aynı cevabı almış: '' Sadece ben kazanmayayım, onlarda kazansınlar. ''
Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed, birlik ve beraberliğin önemini günümüzdeki insanlara bile nasihat niteliğinde kullanılabilecek şu sözleri söylemiş :
'' Birbirlerine Bu Derece Bağlı, Birbirlerini Böylesine Düşünen bir Halkım Olduktan Sonra Ben; Değil İstanbul'u, Bütün Dünyayı Bile Alırım! ''
'' Bal var, yalnız onu da şu bakkaldan alın efendim. ''
Padişah şaşkınlıklar içerisinde şu soruyu sormuş :
'' Niye sen vermiyorsun? ''
Bakkal kim olduğunu bilmediği karşısındaki adamın sorusunu şu şekilde cevaplamış :
'' Yalnızca ben kazanırsam öteki bakkallar açlıktan ölürler. Onların da çocukları var, Onlar da kazansınlar... ''
Padişah diğer bakkallara da uğramış ve her gittiği bakkaldan aynı cevabı almış: '' Sadece ben kazanmayayım, onlarda kazansınlar. ''
Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed, birlik ve beraberliğin önemini günümüzdeki insanlara bile nasihat niteliğinde kullanılabilecek şu sözleri söylemiş :
'' Birbirlerine Bu Derece Bağlı, Birbirlerini Böylesine Düşünen bir Halkım Olduktan Sonra Ben; Değil İstanbul'u, Bütün Dünyayı Bile Alırım! ''
RESMİ OSMANLI SLOGANI: "MAĞRUR OLMA PADİŞAHIM SENDEN BÜYÜK ALLAH VAR!"
Osmanlı Devleti’nde, sahip olunan uçsuz bucaksız büyük imparatorluk gücü sebebiyle Padişahların kendilerini ölümsüz zannedip hukukun sınırları dışına çıkarak despotlaşmalarını önlemek, nefislerini terbiye etmek ve onların da herkes gibi sadece Allah'ın bir kulu olduklarını ilan etmek amacıyla her Cuma ve Bayram namazına gidişlerde yol boyunca dizilen "talebe-i ulum" (öğrenciler) ve halk tarafından "Mağrur olma Padişahım senden büyük Allah var" hitabıyla selamlanmaktaydı.
Ayrıca Osmanlı Padişahları istikametlerini korumak için yanlarında bulundurdukları bir görevli ile de kendilerine belirli aralıklarla hafifçe: "Mağrur olma Padişahım senden büyük Allah var" hatırlatması yaptırmaktaydı.
Ayrıca Osmanlı Padişahları istikametlerini korumak için yanlarında bulundurdukları bir görevli ile de kendilerine belirli aralıklarla hafifçe: "Mağrur olma Padişahım senden büyük Allah var" hatırlatması yaptırmaktaydı.
18 Mart 2014 Salı
Çanakkale'nin baş komutanı kimdi?
Otto Liman Von Sanders
1915’te, Çanakkale Savaşlarında Osmanlı kuvvetlerini yöneten Alman Deniz generali(amiral).
Çanakkale'yi savunan Osmanlı 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders Osmanlı Devleti'ndeki Alman Danışma Kurulu Başkanıydı.
...
Bakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı makamlarından sonra, cephe içerisindeki en yetkili komutandı.
Bu yönden bakıldığında Çanakkale Savaşında Başkomutandı..
Miralay (Alay komutanı, albay) Mustafa Kemal ise O'nun emrine bağlı albaylardan sadece biriydi ve 19. ihtiyat (yedek) tümen komutanıydı. Liman paşa, Esad paşa ve Enver paşa ile sıkı bir iletişim halinde Çanakkale'de ki savaşlarımızı yönetmiştir. O tarihlerde Osmanlı ordusu ve donanması içerisinde 40.000 e yakın Alman subayının görev aldığı bilinmektedir.
Almanlarla bu derece içli dışlı olmamız ve
1. Dünya savaşında yanlış bir kararla Almanlarla müttefik olup, tamamen onların menfaatine uygun olarak savaşmamız, Talat, Enver ve Cemal paşa üçlüsünün gafleti yada ihanetidir.
Otto Liman Von Sanders:
17 Şubat 1855 senesinde Pomeranya’da, Stolp şehrinde dünyâya geldi. 1913 senesinde Kasel’deki 22. Piyade Alayında Orgeneral iken Balkan Savaşlarında yıpranan Osmanlı ordularını ıslah etmek için Türkiye’ye gönderildi. Rusya, Osmanlı kuvvetlerine bir Alman generalinin gönderilmesini şiddetle protesto etti. Liman, askerî yönetimde yaptığı reformlar yüzünden Enver Paşa ile anlaşamadı. 1915 senesinde Beşinci Ordunun başında, Çanakkale ve Gelibolu’yu İngiliz ve Avustralya donanmalarına karşı başarılı bir şekilde savundu. İngilizlerin câsusluk faaliyetleri sonucu, verdikleri büyük zâyiatı, istihbârât tedbirleri aldırarak önledi. Câsusluk faaliyetlerini Padişah’a rapor etti. Liman, bu başarısından sonra 1 Mart 1918’de Suriye ve Filistin’deki Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci ordulardan meydana gelen Yıldırım Orduları grubunun başına getirilerek, İngilizlerin daha fazla ilerlemesini durdurdu. Ancak İngiliz generali Edmund Allenby, başarı göstererek bu cepheyi çökertti (Eylül 1918). Liman, Birinci DünyâSavaşı sona erip Mondros Mütârekesi imzâlanınca Almanya’ya döndü ve 22 Ağustos 1929 senesinde öldü.
İngiliz Generali Hamilton, Liman’ın Gelibolu’daki başarısını Hâtırât’nda övmüştür.Türkiyede Beş Sene (Fünf Jahre in Türkei) ve Silahlanmış Millet adlı iki eseri vardır.
1915’te, Çanakkale Savaşlarında Osmanlı kuvvetlerini yöneten Alman Deniz generali(amiral).
Çanakkale'yi savunan Osmanlı 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders Osmanlı Devleti'ndeki Alman Danışma Kurulu Başkanıydı.
...
Bakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı makamlarından sonra, cephe içerisindeki en yetkili komutandı.
Bu yönden bakıldığında Çanakkale Savaşında Başkomutandı..
Miralay (Alay komutanı, albay) Mustafa Kemal ise O'nun emrine bağlı albaylardan sadece biriydi ve 19. ihtiyat (yedek) tümen komutanıydı. Liman paşa, Esad paşa ve Enver paşa ile sıkı bir iletişim halinde Çanakkale'de ki savaşlarımızı yönetmiştir. O tarihlerde Osmanlı ordusu ve donanması içerisinde 40.000 e yakın Alman subayının görev aldığı bilinmektedir.
Almanlarla bu derece içli dışlı olmamız ve
1. Dünya savaşında yanlış bir kararla Almanlarla müttefik olup, tamamen onların menfaatine uygun olarak savaşmamız, Talat, Enver ve Cemal paşa üçlüsünün gafleti yada ihanetidir.
Otto Liman Von Sanders:
17 Şubat 1855 senesinde Pomeranya’da, Stolp şehrinde dünyâya geldi. 1913 senesinde Kasel’deki 22. Piyade Alayında Orgeneral iken Balkan Savaşlarında yıpranan Osmanlı ordularını ıslah etmek için Türkiye’ye gönderildi. Rusya, Osmanlı kuvvetlerine bir Alman generalinin gönderilmesini şiddetle protesto etti. Liman, askerî yönetimde yaptığı reformlar yüzünden Enver Paşa ile anlaşamadı. 1915 senesinde Beşinci Ordunun başında, Çanakkale ve Gelibolu’yu İngiliz ve Avustralya donanmalarına karşı başarılı bir şekilde savundu. İngilizlerin câsusluk faaliyetleri sonucu, verdikleri büyük zâyiatı, istihbârât tedbirleri aldırarak önledi. Câsusluk faaliyetlerini Padişah’a rapor etti. Liman, bu başarısından sonra 1 Mart 1918’de Suriye ve Filistin’deki Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci ordulardan meydana gelen Yıldırım Orduları grubunun başına getirilerek, İngilizlerin daha fazla ilerlemesini durdurdu. Ancak İngiliz generali Edmund Allenby, başarı göstererek bu cepheyi çökertti (Eylül 1918). Liman, Birinci DünyâSavaşı sona erip Mondros Mütârekesi imzâlanınca Almanya’ya döndü ve 22 Ağustos 1929 senesinde öldü.
İngiliz Generali Hamilton, Liman’ın Gelibolu’daki başarısını Hâtırât’nda övmüştür.Türkiyede Beş Sene (Fünf Jahre in Türkei) ve Silahlanmış Millet adlı iki eseri vardır.
16 Mart 2014 Pazar
ELMA kokusunu sever misiniz? (halepçe katliamı)
Ya da şöyle sorayım. Hiç elma yerken aslında boğazınızda bir yanma hissettiniz mi? Hayır mı? O halde size bir olay anlatayım..
Bundan 24 yıl önce, 16 Mart 1988 sabahı, elma kokusuyla uyandı Halepçeliler. Sevinçle mutfağa yöneldiler önce. Kokunun mutfaktan gelmediğini görünce camlarını açtılar. Baktılar ki koku dışarıdan daha çok hissediliyor, hemen dışarı akın ettiler merak ve heyecanla. Çıktıklarında gördüler ki herkes aynı merak ve heyecanla dışarı çıkmış. Hızlı hızlı yürümeye başladılar; kokunun kaynağını aramaya başladılar. Gittikçe şiddetlendi elma kokusu. Ama bir yandan da derilerinde bir yanma hissettiler sanki. Aldırmadılar ve yürümeye devam ettiler. Bu sefer daha hızlı koşmaya başladı bir çoğu. Ancak zamanla o yanma gittikçe şiddetlendi. Koşuyorlardı; ama yanıyorlardı da. Bu sefer de dönüp eve doğru koşmaya başladılar. Yanma iyice artıyordu. Zamanla derilerinin morarmaya ve büzülmeye başladığını gördüler korkuyla. Bir an önce suya ulaşmalılardı. Kendilerini can havliyle suya attıklarında ise bedenleri kavruldu bu sefer, asit dolu bir havuza girmişler gibi. Artık ölmüşlerdi, ölümün nereden geldiğini anlayamadan. Yanarak ölmüşlerdi, üstelik ateşsiz ve dumansızdı buyanma çığlıklarla bağırışlarla çağırışlarla. Bir avuç kül oluvermişlerdi aniden, ne olduğunu anlayamadan…
"Saçlarım tutuştu önce
Gözlerim yandı, kavruldu
Bir avuç kül oluverdim
Külüm havaya savruldu.”
Gözlerim yandı, kavruldu
Bir avuç kül oluverdim
Külüm havaya savruldu.”
Kimyasal zehir öyle bir şeydir ki; vücudunuza temas ettiği anda yakar sizi, nefes almak için çırpınırsınız; alamazsınız. Deriniz büzülüp çürür. Yavaş yavaş, acı çeke çeke ölürsünüz. Öyle ki başınıza silah vurularak öldürülmeyi buna tercih edebilirsiniz.
Bu zehir de elma kokuluydu. Güzel kokulu zehir, Zekice planlanmış bir katliamdı. Hedeflerinde çocuklar vardı, geleceği hedeflemişlerdi..
Bu zehir de elma kokuluydu. Güzel kokulu zehir, Zekice planlanmış bir katliamdı. Hedeflerinde çocuklar vardı, geleceği hedeflemişlerdi..
En çok da çocuklar öldü Halepçe’de. Tıpkı diğer katliamlardaki gibi. yıllar sonra ülkelerine demokrasi getirecek olan o uzak memleketteki adamlar, kendi memleketlerindeki o diktatöre hediye etmişlerdi bu elma kokulu zehri. Ölmeden önce, ölürken, yanarken Halepçelilerin attıkları çığlıkları duyamadılar o özgürlükçü ve demokrat adamlar. Çünkü o sırada başka ülkelerde başka hayatları mahvetmekle meşgullerdi. Başka soykırım planları vardı.
Onlardı zaten, Hiroşima’da küçük gözlü onlarca küçük çocukları yakan. Onlardı Vietnam’da yüzlercesini, binlercesini katleden. Onlardı Ruanda’da 100 gün içinde 800 bin kişinin katledilmesini sessizce destekleyen. Duyamadılar o çığlıkları…
Şimdi Halepçeli çocuklar el ele tutuşmuş Hiroşimalı, Ruandalı, Vietnamlı kardeşleriyle dünyaya barış mesajı veriyorlar, insanlığa sesleniyorlar:
Halepçe’de 16 mart 1988’de insanlık nefessiz bırakıldı, yakıldı. Hatırlamak, anmak, onurumuzdur. İnsanlık için onurdur.
(Alıntıdır.)
14 Mart 2014 Cuma
Ne Zaman Özgürlük Desek Bir Hain Çıkar İçimizden
Ne zaman özgürlük desek bir hain çıkar içimizden...
Son günlerde ülkede yaşananlar malum. Geçen sene Taksim Gezi Parkı olaylarında yaşananlara birde bugünlerde yaşadıklarımız eklendi. Geçen sene Özgürlük adı altında Taksim'i yakıp yıkanlar, bugün aynı şeyi üstelikte gezi parkı olaylarına karışan ve geçtiğimiz günlerde ölen bir çocuğu alet ederek yapıyorlar.
Niyetiniz özgürlük değil açıkça söyleyin herkes anlasın...
Bir çocuğu emellerine alet edenler, Taksim olaylarında yaralandıktan sonra neredeyse bir yıl hastanede yatan bu çocuğu arayıp sormamışlar, o kadar zaman geçiyor da, arayıp sormak için ölmesini bekliyorlar. Daha en başında niyetleri belli. 15 yaşında bir çocuğu emellerine alet ettikleri yetmezmiş gibi, bu çocuğun cenazesini bile provokasyon için kullanıyorlar. Hadi bunu iyi niyetle yaptınız diyelim, polise neden taşlarla sopalarla, silahlarla saldırdınız?
Slogan neydi Özgürlük...
Amaçları Özgürlük adı altında devlete zarar vermek. Bunlar için 15 yaşındaki bir çocuk bile kullanılabilir. Bunların hepsi Vatan Haini amaçları sadece devlete zarar vermek değil, aynı zamanda bu ülkenin insanına da zarar vermek. İşte bu Vatan Hainleri 2 gün önce daha askerden geleli 3 ay olmuş bir genci öldürdüler. Berkin için evine ekmek götürüyor dediler bunu kullandılar. Madem öyle soralım evine ekmek götürüyor dediğiniz Berkin'e acıdınız da, Burak daha askerden yeni gelmişti öldürürken ona niye acımadınız? Taş yağmuruna tuttuğunuz, üzerine havai fişekler, molotoflar, kurşunlar sıktığınız polislere neden acımadınız?
Ömer Faruk ÇELİK
Ömer Faruk ÇELİK
11 Mart 2014 Salı
Zaman Kırım'a Neler Gösterecek
Ukrayna'da başlayan olaylar silsilesinin patlak vermesiyle birlikte Rus yanlısı parlamento devrilip muhaliflerin, yani AB yanlılarının yönetime geçmesiyle devam eden olaylar, Kırım'ı da endişe verici bir duruma düşürmüştür. Kırım, geçtiğimiz haftalarda bir takım olaylara sahne olmuş, Kırım halkını desteklemek ve savunmak adı altında parlamento kuşatılmıştı. Sonrasında ele geçirilen parlamento ilerleyen günlerde Rusya'ya bağlanma kararı aldı.
Kırım'da, Rus yanlısı parlamento son olarak bağımsızlık kararı aldı. Alınan bu karar üzerine, zaman içinde alınan kararlar Rusya'ya bağımsız bir devlet olarak katılmasına yasal zemin oluşturmak için atılan bir adım olarak yorumlanıyor.
Ömer Faruk Çelik
Kırım'da, Rus yanlısı parlamento son olarak bağımsızlık kararı aldı. Alınan bu karar üzerine, zaman içinde alınan kararlar Rusya'ya bağımsız bir devlet olarak katılmasına yasal zemin oluşturmak için atılan bir adım olarak yorumlanıyor.
Ömer Faruk Çelik
10 Mart 2014 Pazartesi
Kapanmayan Yara: Doğu Türkistan
Çin, Doğu Türkistanlı genç bir kızı işkence ile katletti
Doğu Türkistan'ın Aksu şehrinde Yurt Dışı ile irtibat kurduğu belirlenen ve Çin polisince gözaltına alınarak tutuklanan Doğu Türkistanlı bir kız, hapishanede işkence altında can verdi.
Genç kız 8 ay önce Çin polisince gözaltına alındığı belirtildi. 8 ay sonra annesine telefon eden polis, kızının hastalıktan öldüğünü belirterek, cenazesini almasını istedi. Hastalıktan öldüğüne dair tehditle annesinden imza alan polis, genç kızın cesedini annesine teslim etti.
Genç kızın cesedi yıkanıp kefenlendikten sonra, arkadaşları tarafından yüzü ve ayaklarının fotoğrafları çekilerek sosyal paylaşım sitelerinde yayımlandı. Fotoğraflarda genç kızın ayak tırnaklarının çekildiği ve yüzünde de morluklar bulunduğu dikkat çekti.
Doğu Türkistan'ın Aksu şehrinde Yurt Dışı ile irtibat kurduğu belirlenen ve Çin polisince gözaltına alınarak tutuklanan Doğu Türkistanlı bir kız, hapishanede işkence altında can verdi.
Genç kız 8 ay önce Çin polisince gözaltına alındığı belirtildi. 8 ay sonra annesine telefon eden polis, kızının hastalıktan öldüğünü belirterek, cenazesini almasını istedi. Hastalıktan öldüğüne dair tehditle annesinden imza alan polis, genç kızın cesedini annesine teslim etti.
Genç kızın cesedi yıkanıp kefenlendikten sonra, arkadaşları tarafından yüzü ve ayaklarının fotoğrafları çekilerek sosyal paylaşım sitelerinde yayımlandı. Fotoğraflarda genç kızın ayak tırnaklarının çekildiği ve yüzünde de morluklar bulunduğu dikkat çekti.
9 Mart 2014 Pazar
İçimizden Bir Parça
Zaman, el verip birlik olma zamanı...
Suriye, uzun bir süredir bir drama sahne oluyor. Hayatları, özgürlükleri için mücadele veriliyor.
Zalim Esed'in binlerce insanı anne, baba, çocuk demeden öldürüyor. Bazen ölüm bir kurtuluş oluyor o insanlara, kimi aç, kimi yetim, kimi işkence çekiyor. Yapılanlar saymakla bitmez. Kanla beslenen bir yapı, akan kanlar doyurmuyor. Bir yanda Esed ve Askerlerinin yaptığı zulümler, diğer yanda canını ortaya koyarak savaşan insanlar. İnsanlar sadece savaşırken değil, açlıktan, işkenceden ölüyordu.
Biz Suriye'de... Milyonlarca insan içinde binlerce çocuktuk... Binlerce insan içinde yüzlerce yaşındaydık...
Binlerce insan içinde yüzlerce yaşındaydık..
Duvarların ardından mevzilenmişti amcalar
Bir şeyler söylüyorlardı... Bir şeyler vardı değişecek
Ekmeğimizi oyun oynarcasına paylaşırken kardeşçesine
Her yer ateş her yer virane...
Alev alev yanıyor gözlerimiz
Düşüyorduk oynadığımız kum tepelerinden aşağıya
Babam kardeşime koşuyor... Kardeşim ayakkabısına
Ölüyorduk annemizin kucağında...
Acıyı tattık ağlayarak sessizce
Uzakta çok uzaklardan
Bize bakıyorlardı korku dolu gözlerle...
Şaşmışlardı azmimize yıkılmayan direncimize
Biz Suriye'de...Milyonlarca insan içinde binlerce çocuktuk...
Binlerce insan içinde yüzlerce yaşındaydık
O canlarını ortaya koymuş, uğruna acı çekmiş insanlar bizim kardeşlerimiz. Asırlar boyunca bir arada yaşadığımız insanlar. Bu drama sessiz kalmak bize yakışmaz. Vakit elimizi uzatıp kardeşlerimize ilaç olma, ayağa kaldırma vaktidir.
Ömer Faruk ÇELİK
Suriye, uzun bir süredir bir drama sahne oluyor. Hayatları, özgürlükleri için mücadele veriliyor.
Zalim Esed'in binlerce insanı anne, baba, çocuk demeden öldürüyor. Bazen ölüm bir kurtuluş oluyor o insanlara, kimi aç, kimi yetim, kimi işkence çekiyor. Yapılanlar saymakla bitmez. Kanla beslenen bir yapı, akan kanlar doyurmuyor. Bir yanda Esed ve Askerlerinin yaptığı zulümler, diğer yanda canını ortaya koyarak savaşan insanlar. İnsanlar sadece savaşırken değil, açlıktan, işkenceden ölüyordu.
Biz Suriye'de... Milyonlarca insan içinde binlerce çocuktuk... Binlerce insan içinde yüzlerce yaşındaydık...
Binlerce insan içinde yüzlerce yaşındaydık..
Duvarların ardından mevzilenmişti amcalar
Bir şeyler söylüyorlardı... Bir şeyler vardı değişecek
Ekmeğimizi oyun oynarcasına paylaşırken kardeşçesine
Her yer ateş her yer virane...
Alev alev yanıyor gözlerimiz
Düşüyorduk oynadığımız kum tepelerinden aşağıya
Babam kardeşime koşuyor... Kardeşim ayakkabısına
Ölüyorduk annemizin kucağında...
Acıyı tattık ağlayarak sessizce
Uzakta çok uzaklardan
Bize bakıyorlardı korku dolu gözlerle...
Şaşmışlardı azmimize yıkılmayan direncimize
Biz Suriye'de...Milyonlarca insan içinde binlerce çocuktuk...
Binlerce insan içinde yüzlerce yaşındaydık
O canlarını ortaya koymuş, uğruna acı çekmiş insanlar bizim kardeşlerimiz. Asırlar boyunca bir arada yaşadığımız insanlar. Bu drama sessiz kalmak bize yakışmaz. Vakit elimizi uzatıp kardeşlerimize ilaç olma, ayağa kaldırma vaktidir.
Ömer Faruk ÇELİK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)